İlke BORAN ile Müzik ve Sanat Üzerine Bir Röportaj - 2. Bölüm


Yüksek Lisans Eğitimi tezinizi “İlhan Usmanbaş ve Cengiz Tanç’ın Orkestra Yapıtlarında Tını ve Doku Özellikleri” , Doktora Eğitimi tezinizi “Elektronik Müzikte Analog Dönem ve Bülent Arel’in Stereo Electronic Music No. 1 Adlı Yapıtı” hakkında yazdınız. Bu konuları seçmenizdeki etkenler nelerdir?

Burada biraz ülkemizdeki müzik eğitimi sorunlarına değinmek istiyorum. Konservatuar sistemi, sorunları olan bir sistem. Çocuklar 12 yaşında giriyor konservatuvara, 21 yaşında şanslıysa lisanstan mezun oluyor. Başka hiçbir dünya görmeden, konservatuarda aldığı biraz matematik, coğrafya ile dünyasını geliştirmeye çalışıyor. Müzik tarihi desen pek fazla ciddiye alınmıyor. Hele bir de kötü bir hocaya düştüyse daha fena. Ondan sonra ne yapacağım diyor. Çok parlak değilse eğer ve de orkestralar kapışmıyorsa - zaten hiçbir zaman Türkiye’de kimseyi orkestralar kapışmıyor ve kadro zaten zor açılıyor - yüksek lisans yapayım diyor. 12 yaşında girdiği konservatuarın aynısı Yüksek Lisans. Sağlıklı bir yüksek eğitim de göremiyor. Neden göremediklerini hemen anlatayım. Yüksek lisansa girdin. Önünde kaç yıl var iki yıl hadi uzatsan üç yıl. Önüne bir liste koyuyorlar. Bilmem kaç kredi doldurman lazım. Zaten o derslerin hepsini seçersen anca doluyor. Aldığın dersler yapılan Yüksek Lisans alanıyla çok da bağlantılı olmuyor. Doktora için de aynı şey geçerli.



Yüksek lisans nedir aslında? İhtisaslaşmadır. Normal şartlarda yüksek lisans yapmış birisi, idealde, yüksek lisans yaptığı konuda uzman kişi olmak durumundadır.
Uzmanlaşma yolundaki kişinin ne yapması lazım? Konusunu önceden belirlemesi lazım. Daha yüksek lisansa girerken ne hakkında yapacağını biliyor olmalı. Doktorlar tıp alanında okurlar altı sene. Yüksek lisansa girdiğinde ben kardiyolog olacağım der örneğin. Aynı şeyi buraya da taşımamız lazım.
Bizde ne oluyor? “Girdik nasıl olsa seçeriz bir konu” düşüncesiyle hareket ediliyor. Halbuki mesela barok müzik üzerine yapacaksan Yüksek Lisans’ını, aldığın derslerin de barok müzik üzerine olması lazım. Dolayısı ile şu günkü durumda, aldığın dersler yapacağın tezle ilgili hiçbir şey katmıyor sana. Hangi konuda yapacağına karar verebilirsen de konuyu kendi çabalarınla araştırman gerekiyor. Araştırmaya da gelince Türkiye’de büyük bir kaynak eksikliği olduğu ortaya çıkıyor. Yabancı kaynaklara başvurman gerekiyor o noktada da konservatuarlardaki yabancı dil eğitimi sorunu karşımıza çıkıyor.

Enstrüman bölümlerinde bakıyorum, yüksek lisans tez konularına, “Beethoven’ın Hayatı ve Eserleri” ya da falanca’nın hayatı ve eserleri. Böyle tez mi olur? Tez nedir aslında: yeni bir fikir atmaktır ortaya. Adı üstünde “TEZ”. O güne kadar çok fazla insanın düşünmediği veya düşündüyse de senin farklı açıdan ele alman gereken konudur tez. Ele aldığın konuya yeni bir bakış açısı getirmektir.

Ben Lisans dönemimde müzikal analize meraklı biriydim. Lisanstaki çoğu dönem ödevim ve mezuniyet ödevim de analiz üzerine kuruluydu.



Yüksek lisansta dedim ki tezim çok fazla ele alınmamış bir konu olsun ve en önemlisi bizim bestecilerimiz üzerine olsun. Çünkü kendi bestecilerimiz hakkında çok fazla çalışma da yok maalesef ülkemizde. Sonuçta yapıtlarını ve yaratılarını çok beğendiğim İlhan Usmanbaş ile Cengiz Tanç’ı ele almak istedim. Cengiz Tanç’ın müziklerini çok severim. Ülkemizde maalesef hakettiği değeri görememiş bir bestecidir. 1997 yılında ben daha tez aşamamın çok erken safhasındayken öldü Cengiz Tanç. Kendisine danışamadığım ve analizlerimi gösteremediğim için hala çok üzülürüm.

İlhan Usmanbaş’ı Cengiz Tanç’ı bugünkü modern Türkiye müzik dünyasındaki yerlerini belirleyen ve onların eserlerini diğerlerinden farklı kılan asıl mesele nedir? Onlar 2. ve 3. kuşak olarak Türk Beşleri’nden farklı bir yöne gittiler. Daha avant-garde bir düşünce geliştirdiler. Ve bunu yaparken de Avrupa ve Amerika’daki avant-garde’a öykünmeden yaptılar. Bunu nasıl ele aldıklarını tezde açıklamaya çalıştım. Tını ve doku özelliklerinden kastım bu. Bunları yaratırken ne tür tekniklere başvurduklarının analizi çıkardım. Aynı şey doktora tezim için de geçerli.

Doktoraya girerken elektronik müzikle ilgili bir şeyler yapmak istedim. Elektronik müzik deyince de Bülent Arel özeline girmek zorundaydım. Türkiye’de 1960’lı yılların müzik dünyasında elektronik müzik çok kısır kalmıştır ne yazık ki. Son dönemlerde bilgisayar teknolojisi ilerlediği için biraz daha hareketlenme var. 1960’larda Bülent Arel dışında elektronik müzik özelinde başka isim yok gibidir.O da Amerika'da yaşıyordu ve yaratıyordu.

Bülent Arel’i ele almak istedim. Filiz Hoca'nın o zamanlar “Elektronik müziğin öncüsü Bülent Arel” adlı kitabı yayınlanmıştı. Bu yayın da beni epey motive etti. Bülent Arel’in Amerika’da neler yaptığını anlatan mektupları vardır o kitapta. Çok enteresan biri Arel, her yaptığını her keşfini anlatıyor mektuplarında. Özellikle 1961 yılında bestelediği “Stereo-Electronic Music No. 1” adlı yapıtı üzerine yoğunlaşmak istedim çünkü Amerika’ya gittikten sonra yazdığı ilk önemli 4 kanallı yapıt. Doğuşkanları, sesin iç yapısını nasıl kullandığı üzerine yoğunlaştım. Bülent Arel o ses dünyasını nasıl yaratıyordu? Doğuşkanları nasıl kullanıyordu bu ses dünyasını yaratmak için? Doğuşkanlarla bir çeşit polifoni yaratma düşüncesi mevcut Arel’de. Çok fazla bestecide de görmüyoruz bunu. Sesin tamamen içine girip doğuşkanları ayrıştırıp kesip biçerek bambaşka bir ses tınısı yaratma düşüncesiyle pek karşılaşmıyoruz o yıllarda. Stockhausen'ın bile, 1950’lilerin sonunda ve 60’larda yazdığı elektronik müzik eserlerine baktığımızda çoğunlukla tek hattır. Çok seslilik hissini bulamazsınız. Ama Bülent Arel’in elektronik müziğinde çok seslilik var ve o çok sesliliği doğuşkanları bambaşka şekillerde kullanarak yaratıyor. İşte bunları ortaya çıkartmak istedim.


Altın oran meselesine de bu zamanlarda girmişsiniz. İtalyan matematikçi Fibonacci’nin sayı serisi ve Altın Oran hakkında araştırmalarınız var. Altın Oran’ı anlatabilir misiniz?

Bülent Atalay’ın “Matematik ve Monalisa” adlı bir kitabı yayınlandı. İlginç bilgiler vardı içinde. Antik Mısır’dan ve Antik Yunan’dan ölçümler, birimler, tarihsel matematik bilgileri. Kitabın büyük bir kısmında da altın oran’dan bahsediyor Atalay. Sanat eserlerindeki ve doğadaki altın oran meseleleri… Çok ilgimi çekti. O sırada tezi yazıyorum ve analizlerde tuhaf bir şekilde Bülent Arel’in Stereo Electronic Music No. 1 adlı yapıtında altın oran aramaya başladım. Bir sürü veri çıkmaya başladı. Şans eseri de değil, somut şeyler çıkıyor. Mesela eserin toplam süresinin altın oran noktasından bakıyorsun orada bir kırılma var ve başka bir fikre geçiyor. Onu da bölüyorsun müziksel ve kurgusal kırılma noktaları altın oran noktalarına denk getirilmiş. Ayrıca, kullandığı seslerin uzunlukları, sonraki sesin o bir önceki sesin altın oran noktasında girmesi. Onun altın oranı kadar kısa ya da uzun olması gibi matematiksel veriler de var.


Peki bu tür kullanımlar Klasik, Romantik ve Çağdaş dönemde de var mı?

Var tabii. Bartok’ta olduğu muhakkak. Özellikle Debussy de çok kullanıyor. Mozart’ın da çok kullandığı söylenir. Besteciler daha çok Fibonacci serisini kullanıyorlar. Bu seri enteresan bir seridir. Katlanarak büyüyen sayılar dizisi. Fibonacci bu sayı serisi teoremini oluştururken altın oran bilinciyle yaklaşmıyor, fakat neticede altın oranla bağlantılı çıkıyor dizi.


Mozart bunu bilerek mi kullanıyor yoksa “mükemmel” ahenk hissini veren müziğin sonradan mı altın orana bağlı olduğu anlaşılıyor?


Mozart’ın kullandığı şekli şu: Fibonacci serisi 1 1 2 3 5 8 13 21… şeklinde katlanır. Yani bir önceki sayının sonrakine eklenmesiyle oluşur seri. Bu logaritmik bir katlanmadır. Bach, Mozart gibi bestecilerde örneğin, 8 ölçülük bir tema, sonra 13. ölçüde başka bir motif gelir, 21 ölçü sonra bir bakarsınız 13. ölçüdeki tema yeniden belirir vs... Böyle şematik bir hareket bulabilirsiniz. Hepsinde değil ama birçok eserinde vardır Mozart’ın. Debussy’de çok var, armonileri de ona göre kurduğu oluyor. İşin enteresan yanı, seslerin doğuşkan yasasında da logaritmik bir düzen olmasıdır.. Onunla bağlantılı olarak armonide de Fibonacci serisiyle çok benzer şeyler var. Bu düzeni soyut bir şekilde kullananlar da var.

Altın oran ya da Fibbonacci’nin müzikte kullanılması karışıktır tabii… Resimde daha net görebiliyorsunuz. Bir tablo düşünün, o tablonun altın oran noktasına bir obje yerleştiriliyor, ya da portenin sağ ya da sol gözünü altın oran noktasına yerleştirebiliyor ressam. Altın oranın doğada var olan bir mesele olması da işi enteresan haline getiriyor. İnsanın ve matematiksel zekânın geliştirdiği soyut bir denklem değil. Logaritmik spiral şekli her yerde karşımıza çıkar: Koç boynuzundan tutun da salyangoz kabuğunun şekline, galaksilerin sarmallarının şekillerine kadar, yaprakların filizden çıkıp açılış biçimi de logaritmik spiral şeklindedir… İnsan vücudunda da birçok uzvun birbirine oranı altın oran olan 1.618’i verir. Son derece estetik bir yanı olan bir oran aslında, insanı cezbeden bir yanı da var. Kendi içinde sonsuza kadar aynı oranla bölünüyor olması da heyecan verici yanlarından biri.




Bülent Atalay’ın kitabını çok mu okudum da her şeyi altın orana yormaya başladım diye düşünüyordum tezimi yazarken. Olabilir… Filiz Ali, Bülent Arel’i çok yakinen tanır. Ben de Filiz Hoca’ya sordum “Herhangi bir dönemde Bülent Arel size altın oranla ilgili bir şeyler anlattı mı?” diye. Mektuplarında altın oranla ilgili hiçbir şey yazmıyor çünkü. Filiz Hoca şu cevabı verdi: “Tabii Bülent Arel hep altın oran’dan bahsederdi”. O zaman her şey aydınlandı. Analizin büyük kısmını da altın oran üzerine temellendirdim. Sonuç olarak da Stereo Electronic Music No. 1 adlı yapıtının hem kurgusunda hem sessel örgütlenmesinde altın oran hesaplamalarının çok önemli bir yer tuttuğunu ortaya çıkarttım tezde. Savunmamda, jüri bu altın oran konusunu çok destekledi, gerçek anlamda ortaya bir tez çıkartmış olmamdan dolayı. O bakımdan hoşnudumdur tezimden.


Birçok tiyatro oyunu’nun müziklerini yazdınız. Son olarak 17. Uluslararası Tiyatro Festivali’ndeki “İsmene”’nin müziklerini yazdınız. Bize biraz müziklerinizden bahseder misiniz? Tiyatro müziği fikri kimden geldi?

2001 yılı idi. Okulda Tiyatro Bölümü’nden arkadaşım Didem (Alpaylı) Erdoğan bir gün hiç unutmam pencereden sarkıp: “Nazım Hikmet yılı için Sevdalı Bulut’u sahneleyeceğiz. Müzik bulmamız lazım sen yardım eder misin?” dedi. Sonra ne müzik bulsak etsek derken “Sen yazar mısın bir şeyler?” dendi ve özgün müzik yazma fikrine döndük. Besteciliğe merakım vardır zaten ezelden beri, fakat kendim için yazarım genelde. Genel konsept olarak fikirler üretmeye koyulduk. Sevdalı bulut bir masal. Biraz fantastik biraz gerçek. Bir bulut var mesela Ayşe Kız’a sevdalı. Kara Seyfi var bütün ovaları dağları almış sadece Ayşe Kız’ın bahçesi kalmış onu da istiyor. Bulut Ayşe Kız’ı kolluyor. Nazım Hikmet muhteşem bir şekilde kaleme almış tabii masalı. Masalın atmosferine uygun olarak, hem elektronik teknolojisini hem gelenekseli kullanarak bir müzik yazdım. Ney sesi kullandım örneğin. Bilgisayarda hafif değiştirerek daha soyut hale getirdim. Ezgiyi sanki Ney çalıyormuş ama sanki elektronikmiş gibi. Masalsı bir ezgi gibi… Ayrıca bendir kullandım bol bol. Masalın tam ortasında uzun bir seyahat sahnesi vardır. Orada bendirin ritmiyle at yürüyüşünün çıkarttığı sesi birleştirdim. Güzel ve enteresan bir müzik ortaya çıktı. Masalın atmosferine de çok iyi uyuyordu.


Sevdalı Bulut’un konsepti için geliştirdiğimiz fikirler de en son şuna vardı. Madem bu kadar geleneksel malzeme var masalda, biz bunu gölge perdesinde oynayalım dedik. Kocaman bir gölge perdesi yaptırdık 7 metreye 4 metre. Tepegözle ışık yansıttık arkadan ve tüm oyun gerçek oyuncularla perde arkasından oynanıyor. Dekor olarak da yine geleneksele başvurduk. Çok yaratıcı olan Başak Özdoğan şunu geliştirdi dekor için: Tepegözün üstüne özel tekniklerle boyalar atarak – bir tür ebru gibi - sahneyi o anda renklendiriyordu. Soyut bir resim gibi, ama bahçeleri dağları simgeleyen şekiller ortaya çıkıyordu. Bu iş baya büyüdü. Biz tiyatro festivallerine gittik. Yurt içinde ve yurt dışında Tiyatro Festivallerine davet edildik. Gruba da “İstanbul Gölge Oyuncuları” ismini verdik. Valizlere kap kacak kumaş boyaları doldurup gidiyorduk oraya buraya (Gülüşmeler).

Öyle başladı tiyatro müziği yazma maceram. Bu iş sükse yapınca okulda bir akım oluştu. Herkes bana müzik sormaya başladı oyunları için. Çoğunlukla danışma maksatlı. Eskiden bu kadar popüler değildi tiyatroya müzik yazmak. Sonrasında Zeliha Berksoy'la çalışmaya başladık. Ayrıca Didem Erdoğan’la yine Nazım Hikmet’in “Yaşamak” adlı derleme oyununda birlikte çalıştık. Onun da özgün müziklerini yazdım. 2008’de Zeliha Berksoy ile yine Nazım Hikmet’in Jokond İle Si-Ya-U adlı oyunu için birlikte çalıştık. Jokond için müzik yazmak yerine oyunun atmosferini tamamlayacak tarihsel müzikleri bir araya getirdim. Müziklerle efektleri birleştirerek bir oyun müziği derlemesi yaptım. Sonucundan çok memnun olduğum işlerimdendir o da.

2003 yılında heykeltıraş Seçkin Pirim ile bir çalışmamız oldu. Yaptığım en ilginç işlerden biridir. Seçkin bir gün geldi. “Sence bir heykele müzik yazılır mı?” diye sordu. Ben de “Her şeye müzik yazılabilir bence” dedim. Enteresan heykeller yapar Seçkin. Silika malzemeler ve ışıkla çalışır. 2003’de açtığı “Öldüğüm Anlar” adlı sergisinin ana heykeli için müzik yazmamı istedi. Heykeli görür görmez nasıl bir şey yazacağım belirdi kafamda. Mavi-beyaz renklerde silika çubuklardan oluşan bir yapıttı. Bir köşeden diğer köşeye çubukların arasından yürüyen minyatür bir insan hayal ettim. Her çubuğu bir ses öğesi olarak belirledim. Uzun, kısa, tiz, pes, uzak, yakın sesler, beyazlar, maviler. Aşağı yukarı 4-5 dakikalık bir müzik çıktı ortaya. Elektronik tabii. Bütün sergi boyunca mekanda çaldı bu müziğim.

Son olarak da 2010 Tiyatro Festivali için yine Zeliha Berksoy ile Yannis Rixos’un “İsmene” oyununda birlikte çalıştık. Oyunun özgün müziklerini yazdım. Karamsar öğeler içeren bir oyun olduğundan ve ben de içinde bakır çalgılar, bas sesler ve çan sesleri barındıran müzikler yazmayı sevdiğim için çok rahat ve zevkle çalıştım diyebilirim.


“Opera Şehre İniyor” yazınız büyük bir etki uyandırdı. Bu yıl birincisi düzenlenen Uluslararası İstanbul Opera Festivali’ni nasıl değerlendirirsiniz?

Gerçekten bence yıllar önce yapılması gereken bir festivaldi. 2010’da yapılıyor olması “Geç olsun güç olmasın mantığıyla” düşünürsek tamam. Ama düşünün, 30 yıldır klasik müzik festivali düzenleniyorsa, opera festivalinin de olması gerekirdi. Slogana çok fazla takılmış durumdayım şahsen. Türkiye’deki birçok reklamın ciddi ve kaliteli olduğunu düşünmüyorum. Genel olarak gerçek anlamda kültürün ve entelektüel düzeyin halk arasında alaya alındığı bir toplumda yaşıyoruz. Medya da zaman zaman destekler bu tutumu ve kültürün karikatürize edilmesine göz yumar. “Opera şehre iniyor” sloganı da bunu çağrıştırıyor. Opera zaten şehir sanatıdır başka bir yerde değildir ki. Opera halka iniyor desen daha doğru.


Opera her yerde dese daha doğru olur mesela..

Evet evet kesinlikle… Müzik festivalinde yabancı orkestraları dinleyebiliyoruz. Yabancı opera prodüksiyonlarını da canlı olarak izleyebilme açısından son derece önemli buluyorum bu festivali. Bu sene opera festivalinde Deutsche Oper Berlin ile Bremen Operası geldi. Yurtdışında opera çok pahalı. Yurtdışına gidemeyen, izleyemeyenler için burada canlı olarak yabancı prodüksiyon izlemesi ve o deneyimi yaşaması açısından çok önemli. Neden? Önümüzdeki yıllarda devam ederse ve eğer bilinçli bir izleyici kitlemiz varsa birkaç yıl içinde bu deneyimi yaşadıktan sonra yerli prodüksiyonlarımızın da biraz daha kaliteli olmasını talep edecektir diye biraz ütopik bir umut içerisindeyim.


Yazın prodüksiyonları Cemil Topuzlu ve Rumeli Hisarı gibi açık hava sahnelerinde izlemek ayrıca güzel.

Evet, Avrupa’da hep yapılıyor. Açıkhava’da alanlar kuruluyor. Klasik müzik konserleri veriliyor. Türkiye’de de yapılması, hatta bu alanların klasik müzik konserlerinde de kullanılması lazım.


Müzikologlar neden üretmiyor diye tartışılırken, siz Doç. Dr. Kıvılcım Yıldız Şenürkmez ile Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Kültürel Tarih Işığında Çoksesli Batı Müziği’ni yazdınız. Geçtiğimiz ay 2. baskısı çıktı. Kitap fikri nasıl oluştu? İçeriği neye göre oluşturdunuz? Kitabınız övgüler almaya devam ediyor.


Kitap aslında Yapı Kredi’nin projesidir. Önce Prof. Filiz Ali’ye önerilmiş bu kitap. Filiz Hoca da bizlere yönlendirdi. Kıvılcım Yıldız Şenürkmez ile bana siz yazın bu kitabı dedi. Bu bizim için çok büyük bir değer oldu. O zamanlar Ayfer Tunç Yapı Kredi’deydi ve projenin fikri ona aittir. Enis Batur da oradaydı o zamanlar. Sene 2002 sanıyorum. Gittik Ayfer Tunç’a son derece heyecanlı bir şekilde anlattı bize projeyi. Öyle bir kitap olsun ki hem siyasi tarihten de bahsetsin, müzik tarihi sanat tarihini de karşılaştırsın ve çok rahat okunsun dedi bizlere. “Müzikle bağlantısı olmayan birinin dahi çok rahat anlayıp okuyabileceği bir kitap olsun istiyorum” dedi. Biz Kıvılcım’la bölüştük konuları. Hangi döneme daha yakın hissediyorsak onları aldık. Ben o dönem Tübitak’ın çıkarttığı popüler bilim kitaplarını okudum çokça. O anlatım uslubuna aşina olmak adına. Ayrıca Server Tanilli’nin yazım stiline de hayranımdır. En derin tarih konularını çok rahat bir yazı stiliyle yazar su gibi olursun. Kitabı epey hızlı yazdık. Hemen yazılsın basılsın istiyorlardı. 2003’ün ortalarına doğru geldiğimizde bitmişti. Kavramları açıklayalım her şey anlaşılır olsun çok fazla derinlemesine detaylara girmeyelim istedik. Tam bitirmek üzereydik Ayfer Tunç ayrıldı Yapı Kredi’den. Ekip de değişti. Basıldı basılacak derken 3-3.5 yıl geçti. Artık umudumuzu yitirmek üzereyken bir telefon geldi. Aslıhan Dinç aradı bizi “Artık basalım kitabınızı” dedi. Yine hemen iki ayda düzeltmeleri yaptık editörün elinden geçti ve 2007’nin Ocak ayında basıldı. Epey bir ilgi gördü. İşin enteresan yanı konservatuarlarda ders kitabı olarak okutulmaya başlandı. Ders kitabı olarak hazırlamamış olmamıza rağmen bu alanda kullanılabiliyor olması çok güzel. Birçok konservatuvardan hocalar kitapla ilgili bizimle bağlantıya geçti. Bu da beni çok mutlu ediyor doğrusu.

Yorumlar